"Organik Tarım ve Şarap Üretimi" |
|
"Anadolu'da Şarabın Tarihi" Murat Yankı |
|
Priscilla Mary Işın
İslam’ın şaraba getirdiği yasak göz önüne alındığında, bu yasağın diğer alkollü içecekler için geçerli olduğunu sadece küçük bir grup savunmuşken, nasıl oldu da bu kadar çok sayıda Türk 9. ve 10. yüzyılda İslamiyeti kabul ettikten sonra içmeye devam etti? İçkiciler, büyük bir gizlilik içinde, yasadan çok onun içsel anlamına hürmet ettiler. Hz. Muhammed’in cemaatine verdiği nutuktan bu yana devrin değişmiş olmasının yanısıra, Türkler çok farklı bir kültürel geçmişe sahipti. 19. yüzyılda meyhaneler hüsnütabirle ‘şerbethane’ olarak bilinirdi. Bu tabir meyve suyu, kokulu baharatlar ve baldan yapılan şerbete ironik bir iftiraydı.
Hz. Muhammed, neşeli bir grup gencin bahçede sarhoş olduktan sonra tartışıp kavga ettiklerini görünce şarap içimini yasakladı. Buradan alınan ders, yanlış kullanılan içkinin kötülüklerin kaynağı olduğudur, peki ya iyi kullanılan içki? Nerede durması gerketiğini bilen, utanç verici kepazeliklere karışmayan terbiyeli ve onurlu kimselerin korkmaları için bir neden yoktur. Bu hoşgörülü bakış açısı 1717’de İngiliz büyükelçisinin karısı Lady Wortley Montague’yi bir Osmanlı beyefendisi olan Ahmet Bey’le sohbetleri sırasında şaşırttı:
“Ahmet Bey, Mahomet’in (Hz. Muhammet) kurallarının bir kısmından sapmakta, bizim gibi özgür bir şekilde şarap içmekte tereddüt etmedi. Kendine bu özgürlüğü nasıl tanıdığını sorduğum zaman şöyle cevap verdi: Allah'ın yarattığı her şey iyidir ve insanın kullanımı için tasarlanmıştır; genel olarak toplumdaki bütün düzensizliğin kaynağı olan şarabın yasaklanması bilgece konulmuş bir kuraldır; fakat Peygamber kuralları, onları daha ince dokuyarak ölçüsünü bilen kişiler için koymamıştır. Neticede rezilliklere sebep olunmaması gerektiğini söylemiş ve kendisi halk arasında hiçbir zaman içmemiştir.”
Padişahların bile büyük bir çoğunluğu, har vurup harman savurarak ve zevk peşinde yaşadıkları sanılmasına rağmen, aslında Avrupa’yla karşılaştırıldığında çok az zevk ve sefa sürmüşlerdir. Evet, lüks içinde yaşamışlardır, ama bunu saray etiket ve protokollerine uygun bir şekilde yapmışlardır. İstisnalar vardı, ama onların adı kötüye çıktı ve lekelenmiş ünvanlarıyla bu dünyayı terk ettiler. II. Selim (1566-1574) dolup taşan haremiyle ve sarayın her yerine dağılmış olan muzisyen ve dansçılarla en vurdum duymaz zevk düşkünüydü. Henüz veliaht iken arkadaşı Cemal Bey, zevk ve sefaya duyduğu aşkın, otoritesini ve itibarını sarstığı konusunda onu uyardı. II. Selim kadehindeki şarabı bir yudumda içti ve, ‘Ben bugün için yaşar, yarını düşünmem’ diyerek cevap verdi. Padişah olduğunda ilk yaptığı şeylerden biri babası Kanuni Sultan Süleyman'ın getirdiği şarap yasağını kaldırmak oldu. Saltanatı boyunca, içki içmek, en azından İstanbul’da, tamamen serbestti. Selim’in davranışları; yaşlı bir danışmanın teşvikiyle Müslümanlar'a şarap içmeyi yasaklamakla kalmamış, saray dansçı ve müzisyenlerini işten çıkarmış, gümüş tabakları toprak kaplarla değiştirmiş, altın ve değerli taşlarla bezenmiş olan müzik aletlerinin yakılmasını emretmiş olan babasının aşırı sofuluğuna bir tepki olabilirdi. Babası sadece bunları yapmakla kalmamış, ayrıca şarap içenleri yola getirmek için sarhoşların boğazlarından aşağıya eritilmiş kurşun dökülerek cezalandırılmasını emretmişti.
Sultan I. Beyazıt, bir gün Bursa’da kendi adına yaptırdığı caminin çalışmalarını takip ederken, derin bir din bilgisine sahip damadı Emir Seyyid’e camiyi nasıl bulduğunu, bir eksiklik görüp görmediğini sormuş. Emir Seyyid ‘Binanın güzellik ve ihtişamına söylenecek söz yok. Ancak bir şeyi eksik. Bana öyle geliyor ki, bu caminin dört köşesine birer meyhane yapmak lazım; padişahımızın sık sık sofra arkadaşlarıyla buraya gelmesini sağlar. ’ diyerek cevap vermiş.
Bu sözler kaşısında padişah öfkelenince, Seyyid’in ‘Müminin kalbi Allah'ın evidir. Böyleyken insan, kalbini başka kötülüklerle olduğu gibi şarapla da kirlettikten sonra, doğrudan doğruya insan eliyle taştan yapılan caminin köşelerine birer meyhane yapmasının hiçbir mahzuru yoktur. ’ cevabını vermesi Sultan I. Beyazıt’ta fazilet ve dine bağlılık duygusu uyandırmıştır.
Üç kuşak sonra I. Ahmet, II. Selim’in kaldırdığı yasağı geri getirdi ve 1613’te İstanbul’daki bütün meyhanelerin yıkılımasını ve içki küplerinin kırılmasını emretti.
Kendisi ağır içkici olan IV. Murat (1623-1640), İstanbul sokaklarını tebdil gezerek sarhoşları bulup hemen orada idam ettirmesiyle, padişahlar arasında en aşırıya giden oldu.
Bundan sonraki hiçbir Osmanlı padişahının içki içmediği bilinmektedir. İmparatorluk topraklarının her yerinde olduğu gibi sarayda da; Müslümanlar için uygun görülen, misafirlere ikram edilen ve halk arasında içilen içecekler sadece su, şerbet ve kahve idi.
Hıristiyanlara gelince, Osmanlılar onlara engin bir hoşgörü gösteriyorlardı. Sultan Süleyman’ın İstanbul’da şarap satışını tamamen yasaklama teşebbüsü dışında, Hıristiyanlar ve Yahudiler her zaman şarap ve rakı yapma, satma ve içme özgürlüğüne sahiplerdi. 1562’de Süleyman içki yasağı getirdiğinde, Avusturya büyükelçisi Ogier Ghiselin de Busbecq paşalara yalvararak, maiyeti şaraptan mahrum edilirse hasta olup belki de ölebileceklerini söylemiştir. Paşalar, her ne kadar eğer elçiliğe şarap getirildiğini komşular görürlerse bunun hoşnutsuzluk yaratacağını tartıştılarsa da, sonunda Busbecq’in özel muafiyet isteğini kabul ettiler. Çağdaş Türk şair Şani, yasağa olan itirazını aşağıdaki sözlerle ifade etti:
Küpler kırılmış, bardaklar boş, içinde şarap kalmamış,
Bizi kahveye esir ettin, hey zamane hey
Hıristiyanlar’ın şarapsız yaşayamadıklarına Türkler öyle inanıyorlardı ki tutuklu Hıristiyanlar’ın şarap içmesine bile müsaade ediliyordu. Avusturya-Macaristanlı diplomat Baron Wenceslas Wratislaw, büyükelçinin casusluk yaptığı öğrenilip de 1591’de heyetiyle birlikte tutuklandığında, tutukluların şarap ve rakı küpleri temin etmelerine müsade edildiğini, ve heyetinden bazı kişiler hastalandığında doktorlarının tavsiyesi üzerine hapishane muhafızı tarafından bir küp konyak ve sarımsak temin edildiğini yazmaktadır.
19. yüzyılda Ubicini, orta tabaka İstanbul beyefendisi olan Osman Ağa’nın evini ziyaret ettikten sonra şöyle yazmıştır, ‘Osman Ağa kibarca bana tepside bir şişe Bordeaux şarabı ikram etti. Katı muhafazakâr bir adam olduğu halde şarabın manzarası onu irkiltmiyordu. Siz içmeden ben içmem deseydim, bir kadeh şarabı reddetmeyecekti sanırım. Misafirperverliğin gerekleri, dini gerekler kadar zorlayıcıdır.’
Bektaşi tarikatının dervişleri, İslam’ın katı kurallarının Türkler tarafından yorumlanmış hoşgörülü örneğini teşkil eder. Onların dini kurallara sadık olmayan davranışlarını konu alan espirili hikâyeler sayısızdır.
Bektaşi nasilsa camiye gitmis. Dua ederken Allah'tan kendisine rakı parası vermesini istemiş. Yanındaki ise Allah'tan kendisine din iman vermesine dua etmis. Yüksek sesle konuştuklarından ikisi de birbirini işitmiş. Namazdan sonra Bektaşi’nin yanındaki, Baba erenlerin yolunu keserek çıkışmış:
- Bre zındık, Allah’tan rakı parası istemeye utanmıyor musun?
Bektaşi istifini bozmadan büyük bir soğukkanlılıkla şu cevabı vermiş:
- İmanım, herkeste ne yoksa Allah’tan onu ister. Sende din iman yokmuş, onu istedin. Hamdolsun benim dinim de imanim da var. Yalniz rakı parası yoktu. Allah'tan onu istedim!
Fatih devrinde sarhoşluğuyla tanınan bir divan şairine padişah şarap içmeyi yasaklamış. Şair bir müddet boza (o zamanlar boza alkollü ve alkolsüz olmak üzere iki türlüydü: alkollü olanı bozahanelerde içilirdi. "Şıracının şahidi bozacı imiş" deyişi buradan gelir) ve beng (esrar) içmiş ama beğenmemiş. Tekrar şarap içmeye karar vermiş ve şu beyti yazmış;
Tovbeler olsun buz ü benge
Aferinler şarab-ı gül renge