Abdülbaki Gölpınarlı
Zâbitan
Mevlevî dergâhının ruhu, matbah’tır. Matbahta, başta aşçı dede (Ser-tabbah) olmak üzere Kazancı Dede, içeri meydancısı ve bulaşıkçı dede, dergâhın mürebbileridir. Aşçıbaşı, dergâhın masrafını idareyle vazifelidir; canların edep ve terbiyelerinden de sorumludur. Kazancı Dede, Aşçı Dedenin yardımcısı sayılır. Halife Dede, matbaha yeni girenleri, nevniyâzları yetiştirir, onlara yol-yordam öğretir. Meydancı Dede, Şeyhin buyruğu altındadır; emirleri o tebliğ eder. Konya’da ayrıca «Şems zâviyesi» ve «Ateşbâz zâviyesi» de vardı ki Şems zâviyesinin şeyhine, «Şems Dedesi» denirdi. Bu iki makamda şeyh olanlar, cuma günleri, Mevlânâ dergâhına gelirler, mukabelede, yerlerini alırlar, mukabelede bulunurlardı. Bir yere şeyh tâyin edilince, Şeyhin icazetnâmesini de, ekseriyetle Ateşbâz Şeyhi götürürdü. Dergâh, aynı zamanda bir musiki yurdu ve edebiyat medresesi olduğundan neyzen başıyla kudümzen başının ve «Mesnevi-hân»ın da dergah erkânı arasında değerli yerleri vardı. Mukabelede okunacak âyin, âyin-hanlara, bunlar tarafından tâlim ve meşk edilir; neyzen yetiştirilir, usül öğretilirdi. Mesnevi-han da, isti’dadı olanlara Mesnevi okutur, dil ve edebiyat öğretir, tasavvuf dersi verir, olgunlaşana icâzet vererek Mesnevi şerhine icâzet ve izin vermiş olurdu. Bu saydığımız dedeler, dergâhın maddi - manevi yönden hizmetine bakan sorumlu kişilerdi ve bunlara, dergâh zâbitânı denirdi.
Matbahta, on sekiz hizmet vardı; bu hizmetleri görenler şunlardı:
Dergâhta can çoksa, hizmet sahiplerine, birer, ikişer yardımcı verilirdi ki bunlara «refıyk» denirdi. Can azsa, iki - üç hizmeti bir kişi görürdü.
Somat (Sımât)
Mevlevi, her an, vahdet murakabesindedir; «Hûş der dem», yâni, bulunduğu ânın tecellisine nâzırdır; aklı fikri ordadır; muamelesinin, «Erler vardır ki, alışveriş, onları Allah’ı anmaktan alıkoyamaz...» âyetinde (XXIV, 37) anlatıldığı gibi Hak’la olduğundan gaflet etmez. Bu bakımdan, yemek yemek de bir ibâdettir; çünkü şükrü icâb eder.
Dârülfünun müderrislerinden rahmetli Ahmed Naim Bey (ölm. 1353 H. 1934) anlatmıştı. Bir şeyh efendi, kendisini yemeğe davet etmiş. Naim Bey, «Nimete şükretmek, nimet vereni, o nimette görmektir demişler» diye bir söz söylemiş. Şeyh, biraz susup düşündükten sonra, biz daha böyle sözler edemiyoruz demiş. Mevlevi, nimet verenin kudretini, nimet yiyenin hikmetini düşünür, nimette o lütfu görür.
Mevlevilerde matbak, mukaddes bir yerdir; çiğler orda pişer; hamlar orda olgunlaşır; orası, Ateş-bâz-ı Veli’nin makamıdır1. Yemek pişince kazancı dede gelir; niyaz edip kapağını açar. Canlar, kabı yere indirirler. Kazancı şu gül-bângi çeker:
«Tabhı şîrîn ola; Hak bereketin vere; yiyenlere nür-ı iman ola. Dem-i Hazret-i Mevlana, sırr-ı Ateş-bâz-ı Velî, kerem-i İmâm-ı Ali Hû diyelim. . »
Hep beraber “Hü” denir. Yemek vakti gelince matbahın, yemek yemeye mahsus olan kısmında sofralar kurulur. Sofra, müdevver büyük bir tahtadır. Birbirine geçme tahtadan bir iskemle üstüne konur. Sofranın çevresine postlar serilir. Kaşıklar, yüzleri sola, sapları sağa gelmek üzere sofranın kenarına, yüzleri yere gelmek şartıyla konur. Sûfiler, kaşığı açık korlar, “duâda” derler. Mevleviler kapalı korlar; “niyazda” derler. İşin esâsıysa, kir göstermemek, ayıp örtmektir. Kaşıkla yenen yemekte herkes, kaşığından çorba, yahut herhangi bir şey içince, her defasında, kaşığını yüzü koyun kor. Kaşıklar dizildikten sonra herkesin önüne bir tutam tuz konur. Dolaylı havlu denen ve sofranın çevresini çevirecek kadar uzun olan enlice bir havlu, yarısı sofranın üstünü bir karış kadar örtmek, Öbür yarısı, oturanlar tarafından dizlere alınmak için aşağıya sarkmak üzere döşenir. Sofranın ortasına nehali konur. Su verecek canlar, testileri, bardakları hazırlarlar. Yemekler kaplara kotarılır ve matbahın yemek yenmeye mahsus olan sofasının sekisine dizilir. Yemek vaktini haber vermeye memur olan derviş, önce şeyh dairesinin önünde, sonra hücrelerin bulunduğu koridorda, ayaklarını mühürleyip baş keserek, yüksek sesle, «Hû... Somata salâ» diye, «Hû» yu biraz, «salâ»yı soluk miktarı çekerek bağırır.
Hücrelerden çıkanlar matbaha varıp kapıda baş keserek sağ ayaklarıyla içeriye girerler. Şeyh de gelir; beraberce sofraya oturulur ve sofrayla görüşülür. Ortaya çorba gelir. Yemek, bir kaptan yenir ve yemekte hiç konuşulmaz. Herkes, şahadet parmağını önündeki tuza banıp tadarak yemeğe başlar. Kaşık, dâima kapalı ve sola müteveccih olarak konur. Yemek yenirken ağız şapurdatmak, sağa - sola bakmak, başkasının önünden yemek câiz değildir Herkes, diz çökmüştür. Çorba bitince, hizmete memur olan derviş, habı alırken, diğeri öbür yemeği kor. Kalabalığa göre iki, üç can, ayakları mühürlü olarak, sol ellerinde testi, sağ ellerinde bardak, beklerler. Su isteyenleri gözetirler. Su içmek isteyen, bir lokma ekmek koparır, sağ elindeki lokmayı sol omuz hizasında tutar ve su verecek can bakar. Can, hemen su dolu bardağı alt tarafıyla görüşerek su isteyene sunar. Suyu alan, içinceye dek herkes, yemekten el çeker, bekler. Suyu içince şeyh, sessizce su içene «Aşkolsun» der gibi elini kalbinin üstüne koyup hafif bir baş keser; o da aynı tarzda mukabelede bulunur ve bardağı gene alt tarafıyla görüşüp sâkiye sunar. O da alıp gene aynı tarzda görüşerek yerine gidip testiden su doldurur ve ayağını mühürleyip eskisi gibi durur. Pilav, gelince herkes düzelir. Şeyh, şeyh yoksa aşçıbaşı, şu gülbangi çeker:
“Mâ sûfiyân-ı râhîm mâ tabla-hâr-ı şâhîm Pâyende dâr yârab in kâserâ vu henrâ”2
Salli ve sellim ve bârik alâ es’adi ve eşrefi nûrı cemi’-il enbiyâi vel mürselin; vel hamdü billâhi rabbil âlemînel Fâtiha.»
Fâtiha’dan sonra;
«Nân-ı merdân, ni’met-i Yezdân, berekât-ı Halil’ür - Rahmân. Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh; Hak berekâtın vere; yiyenlere nûr-ı iman ola; Erenlerin hân-ı keremleri, nân-u nimetleri müzdâd, sâhibül - hayrât-ı güzeştegânın ervâh-ı şerifeleri şâd ü handân, bâkıyleri selâmette ola; demler, saflar ziyâde ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Ateş - bâz-ı Veli, kerem-i imam-ı Ali Hû diyelim.»
Herkes, şeyhle beraber, yüksek sesle ve soluk mikdârınca «Hü» der. Ondan sonra bağdaş kurulur; ayrı - ayrı olmamak ve gürültü etmemek şartıyla konuşulabilir de. Helva varsa gül-bâng, helva gelince çekilir. Yemek bitince, gene herkes, tuza banıp tadarak ve sofrayla görüşülerek şeyhle beraber kalkılır.
Somat gül-bângi, daha kısa olarak şöyle de okunurdu:
«Elhamdü lillâh, eşşükrü lillâh; Hak berekâtın vere erenlerin nân ü nimetleri ziyade ola; sâhibül - hayrâtın rûh-ı revanları şâd ü handan, bâkıyleri selâmette ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Ateş-bâz-ı Veli, Hû diyelim. Hû. » (Konya, Mevlânâ Müzesi K. No. 1665).
Birisi dergâha kurban getirirse, her iki şekildeki gül-bângte de, “niyâzı kabûl, murâdı hayr ile hâsıl ola» cümleleri ilâve edilirdi (Aynı).
«Mâ süfiyân-ı rahim... » ile başlayan somat gül-bânginin, sımat kenarında ba’det - taam» okunduğunu,» «rûz u şeb tezkâr» kılındığını Rüsûhi de kaydediyor (Minhâc, s. 12).
Ayrıca, bir de bayram somatının gül - bângi vardır ki, onu da yazıyoruz:
İy zeban kaasır zi add-i cûd-ı lâ tuhsâ-yı tu
Key zebânem şukr kerded der hor-ı âlâ-yı tu
Özr-i taksirât-ı mâ çendan ki taksîrât-ı mâ
Şukr-i ni’metha-yı tu çendan ki ni’methâ-yı tu
(Konya Müz. K. 1661).
«Ey sayısız cömertliğini saymakta dilin âciz kaldığı Tanrı, nerde bende o dil ki, senin nimetlerine lâyık olduğu derecede şükredebilsin? Bizim kusurlarımıza karşı özür bildirmemiz, kusurlarımız mikdârıncadır; nimetlerine şükretmemizse, nimetlerin mikdarınca gerek» meâlinde bulunan ve kimin olduğunu bulamadığımız bu kıt’adan sonra somat gül - bângi çekilir; ancak gül - bânge, «Hak erenler hayırlı emsâl-i kesiresiyle müşerref eyliye» cümlesi katılır.
Mevlevilerde bir de «elifi somat» denen meşin bir sofra vardır. İnce uzun ve yayılınca Arap alfabesindeki «elif» harfine benzeyen ve bir tomar gibi dürülen bu sofra, bazı kere matbahta boylu boyunca serilir ve canlar, karşılıklı olarak bunun kenarına dizilirler. Bu Sofra daha ziyade çezer gibi, kahvaltı gibi herkesin önüne konabilecek hazır şeyleri yemek içindir ve toplu seferlerde, yani yolculuklarda kullanılır; arada bir de, teberrüken serilir.
Mevlevi matbahına, balık ve denizden çıkan şeylerin hiçbiri giremez. Herhalde bunda, hem kokusunun, hem de fosforlu olup şehveti tahrik edişinin tesiri olsa gerektir.
Muharrem ve Aşûre
Önce şunu söyleyeyim ki Mevlânâ, hiçbir vakit Müslümanlar arasında bir partiyi tutmuş, bir tarafı, öbür taraftan üstün görmüş, tuttuğu yolu, şu veya bu tarafa bir propaganda aleti yapmaya kalkmış bir eren değildir. O, Varlık Birliği (Vahdet-i Vücûd) inancını, nazarî ve mistik bir sistem olarak kabul etmemiş, ona, amelî ve insânî bir veçhe vermiştir.
Mesnevi’nin VI. cildinde, Halep’te Antakya kapısında Şia’nın, Muharremin onuncu günü yas tutuşlarını anlatırken, insanın, Kerbelâ şehitlerine değil, kendi hâline, bu yıkık topraktan başka bir şey görmeyen yıkık gönlüne ağlaması gerektiğini bildirir. (Tere. İst. 1946, s. 66-67).
Mevlevilik, sistemleşince öbür tarikatların Muharrem’de mersiye okutması, bir geleneğe uyup aşûre pişirmesi, mersiyeye ve «aş» denilen aşûreye Mevlevileri de davet etmesi, Mevlevileri de bu geleneğe uymaya zorlamıştır.
Mevlevilerde de aş kaynatılır; sûfi tarikatlarının şeyhleri davet edilir; o gün somatta aşûre yenir; gül-bâng aşûre gelince çekilir; gül-bângde İmam Huseyn’in ve Şühedâ-yı Kerbelâ’nın ruhları tâziz edilir; fakat mukaabelede bir hususiyet olmaz, mersiye okunmazdı. Maamâfih, Alevi temâyülü tekkelerde ve Abdülvâhid Çelebi’nin zamanında, Konya’da, Dergâh’ta, Muharremin on gecesi, Fuzuli’nin «Hadikatüs - Suadâ» sı okunur, on birinci gece, son bap okunarak bu fasıl, kapanırdı.
1 Ateş-bâz-ı Velî, Mevlânâ’nın medresesinde aşçılık ettiği söylenen ve Mevlânâ’nın babasıyla geldiği rivayet edilen zâttır. Konya’da eski Meram yolunda, Selçuk tarzında yapılmış olan türbesinde, zîr-i zeminde yatar. Adı, İzzeddin Yusuf’tur. Gerek türbenin atlındaki taş sandukadaki, gerek üst kısımdaki niyaz penceresinin üstündeki kitâbeden, 684 Recebi’nin on beşinci günü (ı6. LX. 1285) vefât ettiğini anlıyoruz (Mevlânâ’dan sonra Mevlevilik, s. 330 - 332).
2Bu beyit, Mevlânâ’nın, “Ey sucubaşı, o akar çeşmeyi aç, aç da bahçe de uyansın, çiçekler de göz açsın” meâlindeki,
İy Mîr-î âb biğşâ on çeşm-i revanrâ
Tâ çeşmhâ guşâyed zeşkûfe bûstanrâ
Matlâlı gazelinin 11. beyitidir (Trc.I, s.226, beyit.2115)
“Yolda düşmüş sûfileriz biz; padişahın (Hakk’ın) sofrasına oturmuşuz; nimetini yiyenleriz biz. Yarabbî, şu kâseyi, şu sofrayı, nîmeti ebedî kıl” anlamındadır.
* Bu yazı Abdülbaki Gölpınarlı’nın Mevlevi Âdâb ve Erkanı (İnkılap ve Aka Kitabevleri, Yeni Matbaa, İstanbul, 1963) adlı eserinin mutfak ve yemek kültürü ile ilgili kısımlarından özetlenerek alınmıştır.
Source: http://turkish-cuisine.org/yemek-ve-sosyal-hayat-2/mevlevilerde-mutfak-kulturu-26.html